İSTANBUL’DA, DOĞAYLA BAŞ BAŞA

0
1613

İstanbul, doğaya karşı en çok suç işlenen kentimiz. Her fırsatta talancılar, kentin yeşil alanlarını yok ederek buraları betona dönüştürmekte ustadırlar. Paraya tapınan bir güruh, yeşili griye çevirmeyi bir beceri sanmaktalar. Tapındıkları paranın ceplerini ısıttıklarını, yüreklerini ise betonlaştırdıkları doğa gibi çoraklaştırdığının farkında bile değiller.

İstanbul’un hızla betonlaşmasına karşın beton vandallarının henüz ulaşamadığı ya da şimdilik güçlerinin yetmediği cennet köşeler de var. Bu cennet köşeler, genellikle kentin kuzey yanlarında. Karadeniz’e yaklaştıkça bir yeşil deniz kuşatır kenti. Hem de insanın en berbat yapıtı olan griye inat.

Eşim, cumartesi gününden arkadaşlarıyla sözleşmiş. Arkadaşları dediğim kişiler, Atacan’ın ilkokuldan sınıf arkadaşlarının anneleri. Bu anneler, benim de arkadaşlarım bu arada. Ailecek iyi görüşürüz. Çocuklar sayesinde güzel bir dostluk oluşturduk. Pazar gününü, betondan arınmış bir yerde doğa içinde geçirmek niyetindeler. Amaç, salgın nedeniyle pek görüşemeyen çocukları bir araya getirmek.

Cumartesi gece yarısına dek Atacan, Can Serttaş ve Ömer Çankaya internette oyunlar oynadılar. Telefonla konuştular uzun süre. Demek ki içlerinde dayanılmaz bir araya gelme özlemi birikmiş.

Pazar sabahı erkenden hafif bir kahvaltı yaptık. Gerekli hazırlıklarımız bitince ivedi sakal tıraşı ve duştan sonra hazırdım. Evden çıktık. Eşim, arabanın direksiyonuna geçti. Biz de koltuklarımıza yerleştik. Ömer, babası Murat ve annesi Hatice ile erkenden çıkmışlar yola. Amaçları, gideceğimiz yerde iyi bir masa tutmak.

Güzel bir bahar güneşi doğayı ısıtmakta. Biz de aylar sonra yazlıklarımızı giydik. Sabahın ılıklığı can vermekte bize. Arabanın camları açık. Serin bir kuzeyli yel, serinlenmekte bizleri.

Yola çıktık. Önce Sancaktepe’ye uğrayacağız Can’la annesi Gönül’ü almak için. Anlaşılacağı üzere hem Gönül’ü alacağız oğluyla hem de gönül alacağız. Yollar tenha. Pazar sabahının ve ramazanın tenhalığı bu. Keşke İstanbul hep böyle olsa. Kısa sürede ulaştık Canların oturduğu siteye. Can’ın babası Cem, bize katılmayacak bugün. Bir yandan oruç tutmakta, bir yandan da çalışmakta. Bu nedenle böyle güzel bir günde aramızda olamayacak.

Arkadaşlarımız, arabaya bindikten sonra yola koyulduk. Polonezköy’e gideceğiz. Almedağ’a doğru ilerlemekteyiz. Alemdağ’da betonlaşma hızla sürerken doğa kısmen korunmuş. Bakalım bu ağaçlar, çimler, kuşlar ne kadar direnecekler kent vandallarına? Alemdağ’dan Reşadiye’ye doğru uzanan yolun sağı solu sokak köpekleriyle dolu. Kimi uyumakta yol kıyısında. Kimi ise avare avare dolaşmakta. Köpekler bakımlı. Demek ki hayvanseverler, bu köpeklere iyi bakmakta. Yer yer köpek kulübeleri var. Bu kulübeler de hayvanseverlerce yapılmış sanırım. Çünkü belediyelerin çok işi(?) var; hayvanlara, doğaya ayıracak zamanları yok!

Salkım söğütlerin ve fındıkların açık, canlı, taze, sıcak, iç ferahlatıcı yeşillikleri ilgi çekmekte. Neredeyse her adımda erikler var. Erikler, bir gelin edasıyla yol buyunca uzanmakta. Seyrek de olsa kiraz ve vişne ağaçlarına gözüm ilişmekte. Kiraz ve vişne çiçeklerini gördükçe içimde kuşlar kanat çırpmakta. Ihlamurlar, henüz yeşermemiş. Gürgenlerin küçük açık yeşil yaprakları, coşkun bir baharın yağmur damlaları gibi.

Kuşların telaşı görülmeye değer. Hem beslenme hem de yuva yapma telaşı bu. Daldan dala, ağaçtan ağaca gidip gelmekteler. Arada yere inip bir şeyleri gagalarına doldurup uçmaktalar ağaçlarına.

Doğaya dalıp gitmişken yolumuz bitti. Kapısında belli belirsiz “Mimoza” yazan bir yere geldik. Arabamızı park edip indik. Sessizlik üstümüze çöktü. Motor gürültüsü, bağırış çağırış yok! Esen yel, Karadeniz’in iyodunu, kokusunu, serinliğini getirmekte. Kuşlar, böcekler, ağaçlar… Çimenle kaplı bir toprak… Açık maviye kesmiş bir gökyüzü… İki katı aşmayan küçük yapılar geniş bir bahçe içinde… Ortalıkta dolaşan tür tür köpekler… Köpeklerin egemenliği, kedileri kuytulara itmiş. Bahçede ilk göze çarpan meyve ağaçlarını çokluğu… Armut, ayva, erik, kiraz, vişneler… Meyvelerin bazılarında çiçekler var. Kimileri yeni yeni yeşermekte. Adım başı dikilen ıhlamurlar ilgi çekmekte. Otuzu aşkın yabani armut, aşılanmış usta ellerce kalem aşısıyla. Çardaklar temiz ve düzenli.

Oturur oturmaz kahvaltımız geliyor semaver eşliğinde. Beni en çok çeken peynirler. Peynir, insanoğlunun en büyük buluşlarından bence. Zeytin, kahvaltının olmazsa olmazı. Bal da var menemen de. Yumurtalar bir ressamın tablosu gibi gülümsemekte bizlere. Nedense yağda pişirilen yumurta bana hep güneşi anımsatır. Peynir olur da tereyağı olmaz mı? Böyle yerlerde ne yiyip içtiğin çok da önemli değil. Önemli olan, doğayı solumak… Doğayla göz zevkini doyurmak… Yüreğine baharı doldurmak… Dostlarla iyi söyleşiler yapmak… Çocuklarla doğayı buluşturmak… Bu buluşmalarda çocukların doğal dengeyi algılamalarını sağlamak… En güzeli de çocukların doğadaki varlıklar arasındaki ilişkileri kavramaları… Ev duvarları arasında tutsaklaşmış bedenlerini devindirmek… Toprağı, havayı, güneşi, ağacı, böceği, kuşu ve diğer canlıları duyumsamak… Toprağa basıp bol oksijeni ciğerlerde depolamak… İnternet bağımlılığından az da olsa kurtulup kendileri olmak… Tekdüzeliği bir günlüğüne de olsa yok edip farlılıkları ayrımsamak…

İşte, bence doğanın içinde kahvaltı yapmanın amacı, karın doyurmak değil; gözü, gönlü, yüreği doyurmak…

Birçok konuda söyleştik. Dinledik, anlattık. Önce doğadan, sonra dostlarımızdan öğrendik. Gün içinde üç semaver çay eşlik etti bize. Çay, başka bir etken kültürümüzde ve dostluklarda. Ulusça çayı çok sevmekteyiz. İnsanlar arasındaki iletişimin, söyleşmenin, birbirini anlamanın ve duyumsamanın aracı çay. Sanırım ülkemiz insanının dost meclislerinde olmazsa olmazı.

Sık sık türlü nedenlerle yerimden kalkıp dolaştım çimenler üzerinde. Arada sırada işletmeci Onur ve diğer çalışanlarla söyleşme olanağı yarattım kendime. Türlü konularda konuştuk. Yemekler üstüne de düşünce alışverişinde bulunduk. Çalışanlardan Levent Usta, pişirdiği sütlacı tatmamı ve sütlaç konusunda düşüncelerimi söylememi istedi. Önüme fırın sütlacı getirdi ikindi vakti.

Sütlacı yedim yavaşça. Üzerindeki kararında fındık çok yakışmış. Sütlaç, şekerin egemenliğine girmediğinden köy sütü fark edilmekte. Çok tatlı olmadığından herkesin yemesine uygun. Fırınlama işinin kuzine de yapıldığını öğrendiğimde seviniyorum. Çünkü elektrikli fırında radyasyon az da olsa bulaşmamış sütlaca. Mimoza’ya gidenlerin bu sütlacı tatmasını öneririm. Tatlılarla arası çok iyi olmayan benim hoşuma gittiğine göre düşünün gerisini.

İkindiyi geçti vakit çoktan. Yavaş yavaş toparlanmaya başladık. Bedenimiz gitmek istese de ruhumuz ağırdan almakta. Yavaşça arabalara yürüdük. Ömerlerle vedalaştık. Canlar bizimle. Onları biz bırakacağız evlerine. Yola koyulduk. Reşadiye’ye yaklaştığımızda yolun sağındaki bir açıklıkta leylek sürüsünü gördüm. Çocukları uyarmak için “Leyleeeek!” diye bağırdın. Çocuklar, arabaya binince asıllarına döndüler. Telefonların içinde yitip gittiler. Leylekler umurlarında değil. Eşim, durup bakalım, dedi. Dedi demesine de epeyce geçmiştik leylekleri. Neyse geri doğru yürütmeyeyim herkesi. Yolcu yolunda gerek.

Canları bıraktık sitelerine. Evimize geldik. Gün, boynunu büktü Marmara’nın üstünde. Küçük bir alışveriş yapıp eve döndüm. İçimde erinç dolu bir günün tılsımı. Gece, günün erinciyle yatağa girmekten başka ne yapılabilir ki…

https://adiladalet.blogspot.com/2022/04/istanbulda-dogayla-bas-basa.html?zx=705491c1ecd9bb2a

                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                       11 Nisan 2022